Text Practice Mode
Yaşlı Adam ve Deniz
created Jul 14th 2019, 13:29 by remGzel
2
1277 words
3 completed
0
Rating visible after 3 or more votes
00:00
YAŞLI ADAM VE DENİZ
Gulf Stream'de sandalla tek başına avlanan yaşlı bir adamdı. Tam seksen dört gündür bir tek balık bile tutamamıştı, ilk kırk günü küçük bir çocuk vardı yanında. Ama kırk gün geçip de bir tek balık tutamayınca, çocuğun ailesi yaşlı adamın su götürmez bir salao, kısaca talihsizin talihsizi olduğunu söyledi, çocuk da onların sözüne uydu, daha ilk çıktığı hafta üç güzel balık tutan başka bir sandala geçti. Yaşlı ademin her gün boş tekne ile döndüğünü görmek çok dokunuyordu çocuğa; her seferinde onun oltalarını, serenini, zıpkınını, direğe dolanmış yelkenini taşımak, yardım etmek için koşardı ona. Yelkenin çuvalı ile yamalanmıştı, sürekli bir yenilginin bayrağı gibiydi. Yaşlı adam zayıftı, kuruydu, ensesi kırış kırıştı. Yanaklarında güneşin sıcak denizlerdeki yansımasından olan, deri hastalığının lekeleri vardı. Yüzünün her iki yanından aşağı dek iniyordu bu lekeler, ağır balıkla ağlardan çekip alırken açılmış derin yarıklar vardı ellerinde. Ama bu yara berenin hiçbiri yeni değildi. Balıksız bir çöldeki çatlaklar gibiydi hepsi de. Gözlerinden başka her şeyi eskiydi. Denizle bir renkteydi, ışıl ışıldı, yenilmezdi gökleri. Çocuk, tekneyi çektikleri kıyıdan tırmanırken, "Santiago" dedi,
-Seninle gelebilirim gene. Biraz para biriktirdik.
Balık tutmasını yaşlı adam öğretmişti çocuğa, çok severdi çocuk onu. "Olmaz" dedi yaşlı adam, "Çok kısmetli bir teknedesin, kal orada!" "Ama unuttun mu, hani tam seksen yedi gün hiç balık tutamamıştın da, sonra üç hafta her gün koca koca balıklar yakalamıştık." "Unutmadım." dedi yaşlı adam. "Biliyorum, umutsuzluğa düştüğün için ayrılmadın benden." "Babam ayrıl dedi. Çocuğum ben, dinlemem gerek onun sözünü." "Biliyorum" dedi yaşlı adam. "Başka türlü olamaz." "Onun güveni yok." "Evet" dedi yaşlı adam. "Ama bizim var değil mi?" "Elbette" dedi çocuk. "Önce sana Teras'da bir bira açtırayım mı? Bunları sonra götürürüz eve." "Hadi bakalım" dedi yaşlı adam, "iki balıkçı arasında... "Teras'a gidip oturdular. Balıkçıların çoğu alaya vurdular işi yaşlı adamla, ama beriki hiç aldırmadı. Daha yaşlı olan öteki balıkçılar ona bakıyor, üzülüyorlardı. Ama üzüntülerini belli etmediler. Nazik bir dille, uzun zamandır iyi giden havalardan, ağlarını attıkları akıntılardan, girdaplardan ve görüp geçirdiklerinden söz ettiler. O günün kısmetli balıkçıları da geldiler oraya. Yakaladıkları marlini parçalamışlar, iki kalasın üstüne boylu boyuca uzatmışlardı. Kalasların iki ucundan iki adam tutmuş, sendeleyerek bunları Havana'ya götürecek buz kamyonuna taşıyorlardı. Köpek balığı tutanlarsa köyün öbür kıyısındaki fabrikaya yollanmışlardı. Orada balıklar büyük bir taşın üzerine yatırılıp ayıklanırdı, ciğerleri çıkarılır, yüzgeçleri kesilir, derileri soyulur, etleri de tuzlanmak üzere dilim dilim kesilirdi.
Rüzgar doğudan esince limanın öbür yakasından, köpek balığı fabrikasından bir koku gelirdi. Bugünse belli belirsiz bir koku vardı, rüzgar kuzeye dönmüş, sonra da dinmişti. Teras güneşli ve ılıktı. "Santiago" dedi çocuk. "Ne var?" dedi yaşlı adam. Bardağı elinde, geçmiş yılları düşünüyordu. "Yarın senin için sardalyaya çıkayım mı?" " Olmaz, git top oyna. Kürek çekecek gücüm var. Rogelio da ağ atacak." "Çok istiyorum ama. Seninle balığa çıkamadığıma göre bari başka türlü yardımım olsun istiyorum." "Bana bira içirdin ya" dedi yaşlı adam. Artık tam bir erkek oldun." "Sandala beni ilk aldığında kaç yaşındaydım?" "Beş... Az kalsın ölüyordun. Hatırlıyor musun, balığı tekneye aldığımda can çekişiyordu daha. Neredeyse parçalayacaktı tekneyi." "Kuyruğunun çarpışını, vuruşunu, tahtanın parçalanmasını, sopa seslerini hatırlıyorum. Islak halatların durduğu burna fırlatmıştın beni. Teknenin tümden sarsıldığını duyuyordum, her sopa indirişinde ağaç kesermiş gibi sesler çıkıyordu tıpkı. Dört yanımı taze bir kan kokusu sarmıştı." "Gerçekten bunların hepsini hatırlayabiliyor musun? Yoksa benden dinlediklerin mi bunlar?" "İlk çıktığımız günü olduğu gibi hatırlıyorum."
Yaşlı adam, sevgi dolu, güneş yanığı, güvenli gözlerle baktı çocuğa. "Benim oğlum olsaydın, seni de alır, şansımı bir daha denerdim. Ama anan baban var senin, kısmetli bir tekneye de girdin." "Sardalya tutayım mı? Dört oltaya nerede yem bulacağımı da biliyorum." "Bende bugünden artanlar var. Tuza bastırdım kutuda." "Dört tane taze bulayım." "Bir tane." dedi yaşlı adam. Umudu da, güveni de tükenmemişti. Şimdi rüzgarla birlikte yeniden canlanıyordu. "iki tane" dedi çocuk. "iki tane olsun, dedi yaşlı adam da. Çalma sakın! Çalarım da, dedi çocuk. Ama bunları paramla alacağım. Teşekkür ederim, dedi yaşlı adam./ iyilik gördüğünde şaşırmayacak kadar saftı. Ama iyilik gördüğünün de farkındaydı. Bunun utanılacak bir şey olmadığını da biliyordu. Küçültecek bir şey yoktu bunda. Rüzgar böyle giderse yarın hava iyi olacak, dedi. Ne yana gidiyorsun, diye sordu çocuk. Uzaklara. Rüzgar dönünce geleceğim. Gün ağarmadan çıkmak istiyorum. Benimkinin de açıklarda avlanması için uğraşacağım, dedi çocuk. Çok büyük bir şey yakalarsan yardımına geliriz. Seninki açıklarda avlanmaktan hoşlanmaz. Evet, dedi çocuk. Belki onun göremediği bir şey görürüm. Diyelim yemlenen bir kuş, ya da yunusları yakalamak için razı ederim. Gözleri öylesine bozuk demek. Handiyse kör. Oysa kaplumbağaya çıkmazdı hiç. Asıl o bozar gözleri. Moskito kıyılarında yıllarca kaplumbağa yakaladın ama senin gözlerin bozulmamış hiç. Ben garip ihtiyarın biriyim. Büyük bir balığa yetecek gücün var mı gene? Galiba, hem sonra bir sürü yolu var bunun. Hadi artık öte beriyi eve götürelim, dedi çocuk. Sonra ağı alıp sardalyaya çıkarım ben de.
Takımları sandaldan aldılar. Yaşlı adam direği omzuna vurdu. Çocuk da içinde yumak yapılmış kahverengi ipler bulunan tahta bir kutu ile zıpkını, küçük sereni taşıyordu. Yeni kutusu, büyük balıklan can çekiştiren dövdükleri sopa ile teknenin kıçına konmuştu. Kimse bir şey çalmazdı yaşlı adamdan. Ama rutubet dokunduğu için ağır iplerle yelkeni eve götürmek daha doğruydu. Yerlilerden kimsenin kendisinden bir şey çalmayacağım bildiği halde, yaşlı adam, oltayla zıpkını sandalda bırakmanın yersiz bir iştahlandırma olacağını düşünüyordu.Yaşlı adamın kulübesine kadar yan yana yürüdüler, kapı açıktı. Adam sereni duvara dayadı, çocuk elindeki kutuyla öteki şeyleri yere, direğin yanına bıraktı. Direk neredeyse kulübenin tek odası büyüklüğündeydi. Guano denilen cins bir palmiyenin dayanıklı dallarından yapılmıştı kulübe. Odada bir yatak, bir masa ve bir iskemle vardı. Toprak tabanın bir kıyıcığmda bir kömür ocağı yapılmıştı. Guano'nun sağlam yapılı, sık, kahverengi yapraklı duvarlarında ise İsa'nın ve Kobre Meryeminin renkli resimleri asılıydı. Karısından yadigardı bunlar. Bir zamanlar duvarda soluk bir resmi dururdu karısının. Ama bu resme bakmak yalnızlığını arttırdığı için, köşedeki rafta duran temiz gömleğinin altına saklamıştı sonradan onu... "
Ne yemeğin var?" diye sordu çocuk. Bir tabak balıklı san pirincim var. İster misin? İstemem, evde yerim. Ateşi yakayım mı? Kalsın, sonra yakarım. Belki de soğuk yerim pirinci. Ağı alayım mı? Tabii. Ağ yoktu, sattıklarını unutmamıştı çocuk. Ama her gün bu laflar geçerdi. Pirinç de, balık da yoktu. Çocuk bunu da bilirdi. Seksen beş uğurlu bir sayıdır, dedi yaslı adam. Bir bakarsın yarın beş yüz kiloluk bir balıkla çıkar gelirim. Ağı alıp sardalyaya gidiyorum. Kapıda oturup güneşlenecek misin? Evet, dünkü gazete var, beyzbol haberlerini okuyacağım. Çocuk dünkü gazetenin de masal olup olmadığını bilmiyordu. Ama yaşlı adam yatağın altından çıkardı gazeteyi. Bunu bana bodega'da. Perico verdi, diye anlattı. Sardalyaları tutar tutmaz dönerim. Seninkileri de, kendiminkileri de buza koyacağım. Sabahleyin bölüşürüz. Döndüğüm zaman beyzbolda neler olup bitmiş anlatırsın bana. Yankee'ler yenilmez. Cleveland'lı Indianlardan korkuyorum. Yankee'lere güveniyorum ben evlat. Hem koca DiMaggio'yu düşünsene. Hem Detroifli Kaplanlardan, hem de Cleveland'lı Indianlardan korkuyorum. Kendine gel, bu gidişle neredeyse Chicagolu White Sox'larla Cincinnatili Kırmızılardan da korkacaksın.
Oku da, döndüğümde anlatırsın bana. Seksen beşli bir piyango bileti alsak mı dersin? Yarın seksen beşinci gün. Alalım ya... Peki seksen yedilik büyük rekoruna ne dersin? O bir kez olur. Seksen beşli bir tane bulabilir misin? Aratırım. İki buçuk dolarlık bir f?,ne. Kimden bulalım parayı? Ondan kolay ne var? İki buçuk doları her zaman borç alabilirim. Belki ben de bulurum ama istemiyorum. Borçlanmaya başladın mı, dilenmeye kadar gider.
Üşütme kendini. Eylüle girdik artık, dedi çocuk. Büyük balıklar bu ayda gelir, dedi yaşlı adam, baban da tutar mayısta balığı. Artık gidiyorum, dedi çocuk. Çocuk döndüğünde yaşlı adam iskemlesinde uyuyordu, güneş de batmıştı. Yatağın üstünden eski gemici battaniyesini aldı çocuk, iskemlenin arkasından yaşlı adamın omuzlarına attı. Ne garip omuzlardı bunlar,yaşlı ama hala da çok güçlü, sonra sağlam bir ense. Başı öne eğikti, uyurken ensesinin kırışıklıkları belli olmuyordu. Yama üstüne yamalı gömleği yelkene dönmüştü, yamalar da güneşten çeşit çeşit solukluktaydı. İhtiyarın başı çok yaşlıydı, gözleri kapalı iken yüzünde hiçbir canlılık yoktu. Gazete dizlerinin üstünde duruyor, kolunun ağırlığından akşam rüzgarı ile uçuşmuyordu. Ayakları çıplaktı. Çocuk onu orada bırakıp gitti. Döndüğünde hala uyuyordu. Uyan artık ihtiyar, dedi. Elini yaşlı adamın dizine koydu.
Gulf Stream'de sandalla tek başına avlanan yaşlı bir adamdı. Tam seksen dört gündür bir tek balık bile tutamamıştı, ilk kırk günü küçük bir çocuk vardı yanında. Ama kırk gün geçip de bir tek balık tutamayınca, çocuğun ailesi yaşlı adamın su götürmez bir salao, kısaca talihsizin talihsizi olduğunu söyledi, çocuk da onların sözüne uydu, daha ilk çıktığı hafta üç güzel balık tutan başka bir sandala geçti. Yaşlı ademin her gün boş tekne ile döndüğünü görmek çok dokunuyordu çocuğa; her seferinde onun oltalarını, serenini, zıpkınını, direğe dolanmış yelkenini taşımak, yardım etmek için koşardı ona. Yelkenin çuvalı ile yamalanmıştı, sürekli bir yenilginin bayrağı gibiydi. Yaşlı adam zayıftı, kuruydu, ensesi kırış kırıştı. Yanaklarında güneşin sıcak denizlerdeki yansımasından olan, deri hastalığının lekeleri vardı. Yüzünün her iki yanından aşağı dek iniyordu bu lekeler, ağır balıkla ağlardan çekip alırken açılmış derin yarıklar vardı ellerinde. Ama bu yara berenin hiçbiri yeni değildi. Balıksız bir çöldeki çatlaklar gibiydi hepsi de. Gözlerinden başka her şeyi eskiydi. Denizle bir renkteydi, ışıl ışıldı, yenilmezdi gökleri. Çocuk, tekneyi çektikleri kıyıdan tırmanırken, "Santiago" dedi,
-Seninle gelebilirim gene. Biraz para biriktirdik.
Balık tutmasını yaşlı adam öğretmişti çocuğa, çok severdi çocuk onu. "Olmaz" dedi yaşlı adam, "Çok kısmetli bir teknedesin, kal orada!" "Ama unuttun mu, hani tam seksen yedi gün hiç balık tutamamıştın da, sonra üç hafta her gün koca koca balıklar yakalamıştık." "Unutmadım." dedi yaşlı adam. "Biliyorum, umutsuzluğa düştüğün için ayrılmadın benden." "Babam ayrıl dedi. Çocuğum ben, dinlemem gerek onun sözünü." "Biliyorum" dedi yaşlı adam. "Başka türlü olamaz." "Onun güveni yok." "Evet" dedi yaşlı adam. "Ama bizim var değil mi?" "Elbette" dedi çocuk. "Önce sana Teras'da bir bira açtırayım mı? Bunları sonra götürürüz eve." "Hadi bakalım" dedi yaşlı adam, "iki balıkçı arasında... "Teras'a gidip oturdular. Balıkçıların çoğu alaya vurdular işi yaşlı adamla, ama beriki hiç aldırmadı. Daha yaşlı olan öteki balıkçılar ona bakıyor, üzülüyorlardı. Ama üzüntülerini belli etmediler. Nazik bir dille, uzun zamandır iyi giden havalardan, ağlarını attıkları akıntılardan, girdaplardan ve görüp geçirdiklerinden söz ettiler. O günün kısmetli balıkçıları da geldiler oraya. Yakaladıkları marlini parçalamışlar, iki kalasın üstüne boylu boyuca uzatmışlardı. Kalasların iki ucundan iki adam tutmuş, sendeleyerek bunları Havana'ya götürecek buz kamyonuna taşıyorlardı. Köpek balığı tutanlarsa köyün öbür kıyısındaki fabrikaya yollanmışlardı. Orada balıklar büyük bir taşın üzerine yatırılıp ayıklanırdı, ciğerleri çıkarılır, yüzgeçleri kesilir, derileri soyulur, etleri de tuzlanmak üzere dilim dilim kesilirdi.
Rüzgar doğudan esince limanın öbür yakasından, köpek balığı fabrikasından bir koku gelirdi. Bugünse belli belirsiz bir koku vardı, rüzgar kuzeye dönmüş, sonra da dinmişti. Teras güneşli ve ılıktı. "Santiago" dedi çocuk. "Ne var?" dedi yaşlı adam. Bardağı elinde, geçmiş yılları düşünüyordu. "Yarın senin için sardalyaya çıkayım mı?" " Olmaz, git top oyna. Kürek çekecek gücüm var. Rogelio da ağ atacak." "Çok istiyorum ama. Seninle balığa çıkamadığıma göre bari başka türlü yardımım olsun istiyorum." "Bana bira içirdin ya" dedi yaşlı adam. Artık tam bir erkek oldun." "Sandala beni ilk aldığında kaç yaşındaydım?" "Beş... Az kalsın ölüyordun. Hatırlıyor musun, balığı tekneye aldığımda can çekişiyordu daha. Neredeyse parçalayacaktı tekneyi." "Kuyruğunun çarpışını, vuruşunu, tahtanın parçalanmasını, sopa seslerini hatırlıyorum. Islak halatların durduğu burna fırlatmıştın beni. Teknenin tümden sarsıldığını duyuyordum, her sopa indirişinde ağaç kesermiş gibi sesler çıkıyordu tıpkı. Dört yanımı taze bir kan kokusu sarmıştı." "Gerçekten bunların hepsini hatırlayabiliyor musun? Yoksa benden dinlediklerin mi bunlar?" "İlk çıktığımız günü olduğu gibi hatırlıyorum."
Yaşlı adam, sevgi dolu, güneş yanığı, güvenli gözlerle baktı çocuğa. "Benim oğlum olsaydın, seni de alır, şansımı bir daha denerdim. Ama anan baban var senin, kısmetli bir tekneye de girdin." "Sardalya tutayım mı? Dört oltaya nerede yem bulacağımı da biliyorum." "Bende bugünden artanlar var. Tuza bastırdım kutuda." "Dört tane taze bulayım." "Bir tane." dedi yaşlı adam. Umudu da, güveni de tükenmemişti. Şimdi rüzgarla birlikte yeniden canlanıyordu. "iki tane" dedi çocuk. "iki tane olsun, dedi yaşlı adam da. Çalma sakın! Çalarım da, dedi çocuk. Ama bunları paramla alacağım. Teşekkür ederim, dedi yaşlı adam./ iyilik gördüğünde şaşırmayacak kadar saftı. Ama iyilik gördüğünün de farkındaydı. Bunun utanılacak bir şey olmadığını da biliyordu. Küçültecek bir şey yoktu bunda. Rüzgar böyle giderse yarın hava iyi olacak, dedi. Ne yana gidiyorsun, diye sordu çocuk. Uzaklara. Rüzgar dönünce geleceğim. Gün ağarmadan çıkmak istiyorum. Benimkinin de açıklarda avlanması için uğraşacağım, dedi çocuk. Çok büyük bir şey yakalarsan yardımına geliriz. Seninki açıklarda avlanmaktan hoşlanmaz. Evet, dedi çocuk. Belki onun göremediği bir şey görürüm. Diyelim yemlenen bir kuş, ya da yunusları yakalamak için razı ederim. Gözleri öylesine bozuk demek. Handiyse kör. Oysa kaplumbağaya çıkmazdı hiç. Asıl o bozar gözleri. Moskito kıyılarında yıllarca kaplumbağa yakaladın ama senin gözlerin bozulmamış hiç. Ben garip ihtiyarın biriyim. Büyük bir balığa yetecek gücün var mı gene? Galiba, hem sonra bir sürü yolu var bunun. Hadi artık öte beriyi eve götürelim, dedi çocuk. Sonra ağı alıp sardalyaya çıkarım ben de.
Takımları sandaldan aldılar. Yaşlı adam direği omzuna vurdu. Çocuk da içinde yumak yapılmış kahverengi ipler bulunan tahta bir kutu ile zıpkını, küçük sereni taşıyordu. Yeni kutusu, büyük balıklan can çekiştiren dövdükleri sopa ile teknenin kıçına konmuştu. Kimse bir şey çalmazdı yaşlı adamdan. Ama rutubet dokunduğu için ağır iplerle yelkeni eve götürmek daha doğruydu. Yerlilerden kimsenin kendisinden bir şey çalmayacağım bildiği halde, yaşlı adam, oltayla zıpkını sandalda bırakmanın yersiz bir iştahlandırma olacağını düşünüyordu.Yaşlı adamın kulübesine kadar yan yana yürüdüler, kapı açıktı. Adam sereni duvara dayadı, çocuk elindeki kutuyla öteki şeyleri yere, direğin yanına bıraktı. Direk neredeyse kulübenin tek odası büyüklüğündeydi. Guano denilen cins bir palmiyenin dayanıklı dallarından yapılmıştı kulübe. Odada bir yatak, bir masa ve bir iskemle vardı. Toprak tabanın bir kıyıcığmda bir kömür ocağı yapılmıştı. Guano'nun sağlam yapılı, sık, kahverengi yapraklı duvarlarında ise İsa'nın ve Kobre Meryeminin renkli resimleri asılıydı. Karısından yadigardı bunlar. Bir zamanlar duvarda soluk bir resmi dururdu karısının. Ama bu resme bakmak yalnızlığını arttırdığı için, köşedeki rafta duran temiz gömleğinin altına saklamıştı sonradan onu... "
Ne yemeğin var?" diye sordu çocuk. Bir tabak balıklı san pirincim var. İster misin? İstemem, evde yerim. Ateşi yakayım mı? Kalsın, sonra yakarım. Belki de soğuk yerim pirinci. Ağı alayım mı? Tabii. Ağ yoktu, sattıklarını unutmamıştı çocuk. Ama her gün bu laflar geçerdi. Pirinç de, balık da yoktu. Çocuk bunu da bilirdi. Seksen beş uğurlu bir sayıdır, dedi yaslı adam. Bir bakarsın yarın beş yüz kiloluk bir balıkla çıkar gelirim. Ağı alıp sardalyaya gidiyorum. Kapıda oturup güneşlenecek misin? Evet, dünkü gazete var, beyzbol haberlerini okuyacağım. Çocuk dünkü gazetenin de masal olup olmadığını bilmiyordu. Ama yaşlı adam yatağın altından çıkardı gazeteyi. Bunu bana bodega'da. Perico verdi, diye anlattı. Sardalyaları tutar tutmaz dönerim. Seninkileri de, kendiminkileri de buza koyacağım. Sabahleyin bölüşürüz. Döndüğüm zaman beyzbolda neler olup bitmiş anlatırsın bana. Yankee'ler yenilmez. Cleveland'lı Indianlardan korkuyorum. Yankee'lere güveniyorum ben evlat. Hem koca DiMaggio'yu düşünsene. Hem Detroifli Kaplanlardan, hem de Cleveland'lı Indianlardan korkuyorum. Kendine gel, bu gidişle neredeyse Chicagolu White Sox'larla Cincinnatili Kırmızılardan da korkacaksın.
Oku da, döndüğümde anlatırsın bana. Seksen beşli bir piyango bileti alsak mı dersin? Yarın seksen beşinci gün. Alalım ya... Peki seksen yedilik büyük rekoruna ne dersin? O bir kez olur. Seksen beşli bir tane bulabilir misin? Aratırım. İki buçuk dolarlık bir f?,ne. Kimden bulalım parayı? Ondan kolay ne var? İki buçuk doları her zaman borç alabilirim. Belki ben de bulurum ama istemiyorum. Borçlanmaya başladın mı, dilenmeye kadar gider.
Üşütme kendini. Eylüle girdik artık, dedi çocuk. Büyük balıklar bu ayda gelir, dedi yaşlı adam, baban da tutar mayısta balığı. Artık gidiyorum, dedi çocuk. Çocuk döndüğünde yaşlı adam iskemlesinde uyuyordu, güneş de batmıştı. Yatağın üstünden eski gemici battaniyesini aldı çocuk, iskemlenin arkasından yaşlı adamın omuzlarına attı. Ne garip omuzlardı bunlar,yaşlı ama hala da çok güçlü, sonra sağlam bir ense. Başı öne eğikti, uyurken ensesinin kırışıklıkları belli olmuyordu. Yama üstüne yamalı gömleği yelkene dönmüştü, yamalar da güneşten çeşit çeşit solukluktaydı. İhtiyarın başı çok yaşlıydı, gözleri kapalı iken yüzünde hiçbir canlılık yoktu. Gazete dizlerinin üstünde duruyor, kolunun ağırlığından akşam rüzgarı ile uçuşmuyordu. Ayakları çıplaktı. Çocuk onu orada bırakıp gitti. Döndüğünde hala uyuyordu. Uyan artık ihtiyar, dedi. Elini yaşlı adamın dizine koydu.
saving score / loading statistics ...