Text Practice Mode
Typer furkan is back
created Jun 28th 2017, 15:15 by TYPER FURKAN BACAK
0
1137 words
7 completed
3.5
Rating visible after 3 or more votes
00:00
Pek çok yazınsal metni okurun içinde serseme çevrileceği anaforlar olarak görenlerin edebiyata bakış açısıyla aramızda uzaklık olabilir. Geçmişten süzülüp gelen bazı zor metinlerin yarattığı anaforları doğal görmekten yanayım. Yazınsal yapıt yaratım süreci içinde biter ve yayımlanınca ister istemez yazarın elinden büsbütün çıkar, ama bunu kabul etmeye hemen hiç kimse yanaşmaz. Okura yazınsal yapıtı sahiplenme hakkını yazarın kendisi vermiyor mu? Yazılanların hiçbirinin yayımlanıp ortaya çıkmadığı bir yokülke tasarımına zaman ayırabilirsek, orada edebiyatın çehresinin şimdikinden bambaşka olabileceği de görülür elbette.
Yazarın, kendisinden başkalarının okuyup vereceği anlamlarla başkalaşacağını aklına getirmediği, dolayısıyla yüzde yüz kendisine ait metin, dışarıdaki dünyanın toplumsal değerlerinden, okuma kültüründen etkilenmeden, yazarın ve yazının ahlakı dışındaki ahlaki yuvarlar tarafından gözetlenmeden yaratılmış, saf bir metin sayılır mı? Sanırım daha çok Ulysses'ten beri, kapılarını okura açma konusunda istekli olmayan, daha doğrusu kendi varoluş biçimlerinden başka hiçbir şeyi aklına getirmeyen metinler saf metinler olarak gösterilebilir. Ötekiler kendiliğinden bile olsa dışarıdan gelen seslere kulak veren, yerinden kalkıp ne olup bittiğini izleyen, yeniden kendi dünyasına döndüğünde dışarıdan aldığı etkileri fark etmeden içine sızdıran, bazen toplumsal, bazen siyasal ya da yalnızca insanal duyarlıklara bağlı metinler değil mi? Demek onlar yazarın yaratım sürecinden çıkmıştır bile.
Sanırım anlaşılamamak deyince, modernizmin kendi canını yakmaya gönüllü yazarları, Joyce ya da Woolf sözgelimi ya da Musil, ötede Faulkner gibi yazarlar önce anılabilir, onlardan sonraki kuşak da var bu arada, edebiyatı orta yerde dolaşandan bambaşka yerlerde arayan ve dil içinde yaratma biçimleri nedeniyle kendine kapandıkça kapanan... Yazınsal yapıtın nerede, kime ait olduğunu belirsizleştiren gelgitlerden en çok eleştirmenlerin sersemlediği de söylenebilir mi? Eleştiri kitaplarının en az okunanlar olduğu herkesçe biliniyor. Gerçi bizde son on yıldan beri şiirin bazen eleştiri ve deneme kadar bile okunmadığı görülüyor, ama gene de eleştiriyi okuma edimi karşısındaki duruş biçimiyle en aşağı koyabiliriz.
Niçin yeterince okunmaz eleştiri ve deneme? Bir hikâyeden yoksun oluşu asıl neden olmalı. Okur, hikâyesi olan metni daha okumaya başlarken coşkusal bir düşünüş içindedir; birini bırakıp öbürünü alma isteğini de öncekinin sonunu getirme heyecanından alır. Oysa eleştiri ve deneme doğrudan düşünceyle, düşünce üretimiyle, dolayısıyla soyutlama ediminin önceden adamakıllı hazırlık gerektiren düzeyiyle ilgili bir etkinliktir ki, okurdan da o düzeye yaklaşmasını, en azından meraklı olup araştırmasını bekler. Buraya yanaşmak belli ki herkes için kolay olmuyor.
Okur gene de asıl sorunu anlaşılması güç romanlar karşısında yaşıyor. Hangisinden söz açılırsa açılsın, dünya edebiyatında derinliğiyle boy ölçüşülmesi zor ve bir başına verdikleri anlamla yerleri doldurulmaz öyle romanlar var ki, kırk kapılı dünyalar gibi dikilirler okurun önünde.
Cabrera Infante'nin Kapanda Üç Kaplan'ı sözgelimi, kırk kapısının kırk anahtarını da vermiştir okura, ama hangi anahtarla hangi kapının açılacağını bilmek için önce hangi yolu seçeceğini bilen kaç okur vardır, doğrusu yanıtlanması zor. Üstelik düpedüz politik bir roman olarak da okunabilir Kapanda Üç Kaplan; Küba devriminin hemen öncesindeki Havana'yı anlatan bir roman niçin bu denli güç sökülür ve çevrilmesi de bunca zor görülür? Enis Batur, "Joyce'un Ulysses'inden sonra, hiçbir romancı bu denli özel bir dil ve bu denli yetkin bir labirent kuramaz, sanılmıştı," diye anlatıyor Kapanda Üç Kaplan'ı. Infante'nin bir tür modern satir de sayılabilecek romanı, birbirinden farklı pek çok bölümde, bazen düzenli, bazen düzensiz iç konuşmalarla ya da kendi kendiyle konuşma biçiminde yazılmış; epeyce söz oyunu, sokak dili de taşıdığı için, çevirisi hep zor olmuş. Şiir biçiminde metinler de var, gazete kupürü ya da oyun biçiminde de; bunlar da kesmezse, kapkara sayfalara, boş sayfalara anlam vermeniz gerekecek.
Anlamış gibi yapmak
Bütün bunları her okurun anlaması olanaksızdır elbette; kaldı ki, bir de kültür coğrafyaları arasındaki uzaklık var. Kübalı sıradan bir okurun anlayabileceklerini buradaki yetişkin okurlar pekâlâ anlamayabilir. Sanırım sorunun anahtarı burada. İlkin, güç sökülür her metnin en çok kendi kültürü içinde anlaşılabileceğini teslim etmek zorundayız. Sözgelimi Yaşar Kemal ya da Orhan Pamuk'un da, Batı'daki okurlar ya da eleştirmenlerce burada anlaşıldıkları derinlikte anlaşılabileceğini sanmıyorum. Bizde de Joyce okurlarının çoğu kez anlamış gibi yapmalarının nedenlerinden biri budur. Ama bazı yazarların bazı zamanları beklediği de sanki yazınsal bir doğru. Değil mi ki dönemin alımlama yetilerinin ötesinde, köktenci bir yenilik getirmiştir yazar, onun, dönemi içinde hak ettiği gibi anlaşılma şansı da az olacaktır. Neredeyse bütün yenilikçi yazarların yazgısıdır bu; Tanpınar ya da Oğuz Atay da yaşayıp yazdıkları yıllarda değil de, niteliksel olarak sonraki farklı dönemlerde daha doğru anlaşılmadı mı?
Zaman, okuma kültürünün çizdiği eğriye bakınca, hiçbir zaman aşağı bükülmüyor, hep ileri ve yukarı doğru ivmeleniyor. Dün anlaşılamayanlar bugün nasıl anlaşılır metinlere dönüşmüşse, bugün anlayamadıklarımızın gelecek kuşaklarca pekâlâ anlaşılır olacağını da bu güvene dayanarak söyleyebiliriz.
Gelin görün ki, pek çok kapalı, göç sökülür metnin er geç anlaşılacağı, dolayısıyla anlaşılmak için uygun zamanları ve kuşakları beklemeleri gerektiği düşüncesi bu sorunun bir yüzünü oluşturuyor. Bir de anlaşılır olmamak gerçekte ne demektir, bu var. Ulysses'i yazıldıktan (1922) seksen altı yıl sonra bugün de tam anlamıyla çözebildiğini öne sürene pek rastlanmaz ya da bu soy metinleri çözdüklerini söyleyenler, çok geçmeden kendi anladıklarıyla başkalarının anladıkları arasında bir kuş uçuşu uzaklık olduğunu görüp çarpılabilir. Musil'in Niteliksiz Adam romanını okumak da epeyce sabır gerektirir. Üstelik bitirilemeden kalmış taslak bölümlerinin birkaç bin sayfa olduğu da söyleniyor ki, taslak ne denli uzunsa, indirgenip son biçimi verilmiş metin de o denli kapalı kalır. Faulkner'ın Güney'in yalın gerçekliği içinden çıkardığı Ses ve Öfke romanının iç konuşmalar içinde niçin o denli çetin bir metne dönüştüğü üstünde durmak, ciddi bir roman değerlendirmesine yol açar. Öte yandan, sözgelimi Seksek romanı da, gözleri dört açıp okumayı gerektiren bütün Cort·zar metinleri gibidir, demek yetmez, bilindiği gibi o da çeşitli bölümleri ters yüz edilerek okunmasını yazarının da önerdiği, çetrefil bir metindir.
Edebiyatın ufuk çizgisi
İyi de, kimileri nasıl olur da okuru adamakıllı sıkıntıya sokan bu yapıtların aynı zamanda dünya edebiyatını yerinden oynatıp yeni zamanların yol açıcısı olduğunu öne sürer? Elbette bir sırrı vardır bunun. Ulysses, Niteliksiz Adam, Ses ve Öfke, Seksek ya da Kapanda Üç Kaplan, bir başlarına durdukları yerdeki hayatımıza kattıkları anlamın büyüklüğünü tarttığımız bu başyapıtlar, öylesine ince işlenmiş etkiler sızdırır ki, bir anda tam anlamıyla sezilmesi olanaksız büyüleriyle bizi çepeçevre saran bir tabaka içine alıp dünyayı, edebiyatı bambaşka görmemizi sağlar. Beri yanda onların sabırla açtığı yolu genişletmeye başlamış, irili ufaklı, sayısız metin yazınsal yazının uçlarından tutunup edebiyatı uçurmaya çalışıyor.
Bir edebiyat yalnızca anıtsal klasiklerin gölgesinde, Balzac, Tolstoy, Dostoyevski ya da sözgelimi Büyük Umutlar ve Bitmeyen Kavga ile tamamlanmıyor. Elbette onlarsız büyük edebiyattan söz edilemez, ama yalnızca onların oluşturduğu edebiyatın tek boyutlu ya da sınırları çizilmiş bir ufuk çizgisine bakacağı da kuşkusuz değil mi? Yakup Kadri, Reşat Nuri Güntekin, Sabahattın Ali, Orhan Kemal ya da onların yanı başına konabilecek pek çok yazarın yarattığı edebiyat, onların da yeniden anlamlandırılmasını sağlayacak yeni bir okuma kültürünün oluşmasının yollarını açan yenilikçi yazarlar olmadıkça, ne denli büyük olursa olsun, kuşaktan kuşağa rengini yitirmeye hiç kuşku yok ki başlayacaktır.
Edebiyat, yalnızca kendi gördüklerimizde oluşmaz. Kişisel seçimlerimiz, beğendiğimiz ya da beğenmediğimiz boyalarla yaptığımız resmin yanına başkalarının yaptıkları da asılacaktır ki, bir edebiyatı bütün renkleriyle izleyebilelim. Romanları yüz binlerce satılan yazarların aldıkları yerin yanında, bin tane satılması bile kolay olmayan romanlar, okurun yanına yanaşmadığı şiir kitapları da yer alacaktır ki, birini öbüründen değerli ya da değersiz sayma bilisizliğine edebiyatın şans tanımadığı görülebilsin.
Yazarın, kendisinden başkalarının okuyup vereceği anlamlarla başkalaşacağını aklına getirmediği, dolayısıyla yüzde yüz kendisine ait metin, dışarıdaki dünyanın toplumsal değerlerinden, okuma kültüründen etkilenmeden, yazarın ve yazının ahlakı dışındaki ahlaki yuvarlar tarafından gözetlenmeden yaratılmış, saf bir metin sayılır mı? Sanırım daha çok Ulysses'ten beri, kapılarını okura açma konusunda istekli olmayan, daha doğrusu kendi varoluş biçimlerinden başka hiçbir şeyi aklına getirmeyen metinler saf metinler olarak gösterilebilir. Ötekiler kendiliğinden bile olsa dışarıdan gelen seslere kulak veren, yerinden kalkıp ne olup bittiğini izleyen, yeniden kendi dünyasına döndüğünde dışarıdan aldığı etkileri fark etmeden içine sızdıran, bazen toplumsal, bazen siyasal ya da yalnızca insanal duyarlıklara bağlı metinler değil mi? Demek onlar yazarın yaratım sürecinden çıkmıştır bile.
Sanırım anlaşılamamak deyince, modernizmin kendi canını yakmaya gönüllü yazarları, Joyce ya da Woolf sözgelimi ya da Musil, ötede Faulkner gibi yazarlar önce anılabilir, onlardan sonraki kuşak da var bu arada, edebiyatı orta yerde dolaşandan bambaşka yerlerde arayan ve dil içinde yaratma biçimleri nedeniyle kendine kapandıkça kapanan... Yazınsal yapıtın nerede, kime ait olduğunu belirsizleştiren gelgitlerden en çok eleştirmenlerin sersemlediği de söylenebilir mi? Eleştiri kitaplarının en az okunanlar olduğu herkesçe biliniyor. Gerçi bizde son on yıldan beri şiirin bazen eleştiri ve deneme kadar bile okunmadığı görülüyor, ama gene de eleştiriyi okuma edimi karşısındaki duruş biçimiyle en aşağı koyabiliriz.
Niçin yeterince okunmaz eleştiri ve deneme? Bir hikâyeden yoksun oluşu asıl neden olmalı. Okur, hikâyesi olan metni daha okumaya başlarken coşkusal bir düşünüş içindedir; birini bırakıp öbürünü alma isteğini de öncekinin sonunu getirme heyecanından alır. Oysa eleştiri ve deneme doğrudan düşünceyle, düşünce üretimiyle, dolayısıyla soyutlama ediminin önceden adamakıllı hazırlık gerektiren düzeyiyle ilgili bir etkinliktir ki, okurdan da o düzeye yaklaşmasını, en azından meraklı olup araştırmasını bekler. Buraya yanaşmak belli ki herkes için kolay olmuyor.
Okur gene de asıl sorunu anlaşılması güç romanlar karşısında yaşıyor. Hangisinden söz açılırsa açılsın, dünya edebiyatında derinliğiyle boy ölçüşülmesi zor ve bir başına verdikleri anlamla yerleri doldurulmaz öyle romanlar var ki, kırk kapılı dünyalar gibi dikilirler okurun önünde.
Cabrera Infante'nin Kapanda Üç Kaplan'ı sözgelimi, kırk kapısının kırk anahtarını da vermiştir okura, ama hangi anahtarla hangi kapının açılacağını bilmek için önce hangi yolu seçeceğini bilen kaç okur vardır, doğrusu yanıtlanması zor. Üstelik düpedüz politik bir roman olarak da okunabilir Kapanda Üç Kaplan; Küba devriminin hemen öncesindeki Havana'yı anlatan bir roman niçin bu denli güç sökülür ve çevrilmesi de bunca zor görülür? Enis Batur, "Joyce'un Ulysses'inden sonra, hiçbir romancı bu denli özel bir dil ve bu denli yetkin bir labirent kuramaz, sanılmıştı," diye anlatıyor Kapanda Üç Kaplan'ı. Infante'nin bir tür modern satir de sayılabilecek romanı, birbirinden farklı pek çok bölümde, bazen düzenli, bazen düzensiz iç konuşmalarla ya da kendi kendiyle konuşma biçiminde yazılmış; epeyce söz oyunu, sokak dili de taşıdığı için, çevirisi hep zor olmuş. Şiir biçiminde metinler de var, gazete kupürü ya da oyun biçiminde de; bunlar da kesmezse, kapkara sayfalara, boş sayfalara anlam vermeniz gerekecek.
Anlamış gibi yapmak
Bütün bunları her okurun anlaması olanaksızdır elbette; kaldı ki, bir de kültür coğrafyaları arasındaki uzaklık var. Kübalı sıradan bir okurun anlayabileceklerini buradaki yetişkin okurlar pekâlâ anlamayabilir. Sanırım sorunun anahtarı burada. İlkin, güç sökülür her metnin en çok kendi kültürü içinde anlaşılabileceğini teslim etmek zorundayız. Sözgelimi Yaşar Kemal ya da Orhan Pamuk'un da, Batı'daki okurlar ya da eleştirmenlerce burada anlaşıldıkları derinlikte anlaşılabileceğini sanmıyorum. Bizde de Joyce okurlarının çoğu kez anlamış gibi yapmalarının nedenlerinden biri budur. Ama bazı yazarların bazı zamanları beklediği de sanki yazınsal bir doğru. Değil mi ki dönemin alımlama yetilerinin ötesinde, köktenci bir yenilik getirmiştir yazar, onun, dönemi içinde hak ettiği gibi anlaşılma şansı da az olacaktır. Neredeyse bütün yenilikçi yazarların yazgısıdır bu; Tanpınar ya da Oğuz Atay da yaşayıp yazdıkları yıllarda değil de, niteliksel olarak sonraki farklı dönemlerde daha doğru anlaşılmadı mı?
Zaman, okuma kültürünün çizdiği eğriye bakınca, hiçbir zaman aşağı bükülmüyor, hep ileri ve yukarı doğru ivmeleniyor. Dün anlaşılamayanlar bugün nasıl anlaşılır metinlere dönüşmüşse, bugün anlayamadıklarımızın gelecek kuşaklarca pekâlâ anlaşılır olacağını da bu güvene dayanarak söyleyebiliriz.
Gelin görün ki, pek çok kapalı, göç sökülür metnin er geç anlaşılacağı, dolayısıyla anlaşılmak için uygun zamanları ve kuşakları beklemeleri gerektiği düşüncesi bu sorunun bir yüzünü oluşturuyor. Bir de anlaşılır olmamak gerçekte ne demektir, bu var. Ulysses'i yazıldıktan (1922) seksen altı yıl sonra bugün de tam anlamıyla çözebildiğini öne sürene pek rastlanmaz ya da bu soy metinleri çözdüklerini söyleyenler, çok geçmeden kendi anladıklarıyla başkalarının anladıkları arasında bir kuş uçuşu uzaklık olduğunu görüp çarpılabilir. Musil'in Niteliksiz Adam romanını okumak da epeyce sabır gerektirir. Üstelik bitirilemeden kalmış taslak bölümlerinin birkaç bin sayfa olduğu da söyleniyor ki, taslak ne denli uzunsa, indirgenip son biçimi verilmiş metin de o denli kapalı kalır. Faulkner'ın Güney'in yalın gerçekliği içinden çıkardığı Ses ve Öfke romanının iç konuşmalar içinde niçin o denli çetin bir metne dönüştüğü üstünde durmak, ciddi bir roman değerlendirmesine yol açar. Öte yandan, sözgelimi Seksek romanı da, gözleri dört açıp okumayı gerektiren bütün Cort·zar metinleri gibidir, demek yetmez, bilindiği gibi o da çeşitli bölümleri ters yüz edilerek okunmasını yazarının da önerdiği, çetrefil bir metindir.
Edebiyatın ufuk çizgisi
İyi de, kimileri nasıl olur da okuru adamakıllı sıkıntıya sokan bu yapıtların aynı zamanda dünya edebiyatını yerinden oynatıp yeni zamanların yol açıcısı olduğunu öne sürer? Elbette bir sırrı vardır bunun. Ulysses, Niteliksiz Adam, Ses ve Öfke, Seksek ya da Kapanda Üç Kaplan, bir başlarına durdukları yerdeki hayatımıza kattıkları anlamın büyüklüğünü tarttığımız bu başyapıtlar, öylesine ince işlenmiş etkiler sızdırır ki, bir anda tam anlamıyla sezilmesi olanaksız büyüleriyle bizi çepeçevre saran bir tabaka içine alıp dünyayı, edebiyatı bambaşka görmemizi sağlar. Beri yanda onların sabırla açtığı yolu genişletmeye başlamış, irili ufaklı, sayısız metin yazınsal yazının uçlarından tutunup edebiyatı uçurmaya çalışıyor.
Bir edebiyat yalnızca anıtsal klasiklerin gölgesinde, Balzac, Tolstoy, Dostoyevski ya da sözgelimi Büyük Umutlar ve Bitmeyen Kavga ile tamamlanmıyor. Elbette onlarsız büyük edebiyattan söz edilemez, ama yalnızca onların oluşturduğu edebiyatın tek boyutlu ya da sınırları çizilmiş bir ufuk çizgisine bakacağı da kuşkusuz değil mi? Yakup Kadri, Reşat Nuri Güntekin, Sabahattın Ali, Orhan Kemal ya da onların yanı başına konabilecek pek çok yazarın yarattığı edebiyat, onların da yeniden anlamlandırılmasını sağlayacak yeni bir okuma kültürünün oluşmasının yollarını açan yenilikçi yazarlar olmadıkça, ne denli büyük olursa olsun, kuşaktan kuşağa rengini yitirmeye hiç kuşku yok ki başlayacaktır.
Edebiyat, yalnızca kendi gördüklerimizde oluşmaz. Kişisel seçimlerimiz, beğendiğimiz ya da beğenmediğimiz boyalarla yaptığımız resmin yanına başkalarının yaptıkları da asılacaktır ki, bir edebiyatı bütün renkleriyle izleyebilelim. Romanları yüz binlerce satılan yazarların aldıkları yerin yanında, bin tane satılması bile kolay olmayan romanlar, okurun yanına yanaşmadığı şiir kitapları da yer alacaktır ki, birini öbüründen değerli ya da değersiz sayma bilisizliğine edebiyatın şans tanımadığı görülebilsin.
saving score / loading statistics ...